Sanırım ciddi biçimde sadece Melis Danişmend'i kıskanıyorum bunca yıldır dinlediğim/çaldığım müzikler arasında. Hiç istisnasız " O besteleri ben yapmalıydım. " dediğim tek albüm "Daha Az Renk".
Sanırım doğal geliyor her şeyi. Söyleyişi, sözleri, melodileri, nefes alışları falan. O yüzdendir ki, çok basit sözlerle, çok basit melodilerle kendini işliyor çok derine. Aynı doğa gibi.
Kendi kayıtlarımı ve şiirlerimi gözden geçirince fark ediyorum ki, "O söylesin" diye yapmışım bi çoğunu. Kim bilir belki bi gün, benim yazarken duyduğum sesi, benim şarkılarımla beraber diğer insanlar da duyar.
Yada duymazlar.
MÜHİM MESELE
Nefes al, nefes ver. Nefes al, nefes ver… Nefes al… ve biraz tut şimdi.
Okudukça ben olacağın bir yer burası. Okudukça beni anlayacağın yer, burası. Belki nefret edeceksin benden beni tanıdığına pişman olarak, belki de beni özleyeceksin yine pişmanlıkla.Ne okuman için bir sebep var, ne de okudukça varacağın bir sonuç.
Sadece ben. Eğer istersen.
Şimdi bırakabilirsin.
26 Eylül 2012 Çarşamba
14 Eylül 2012 Cuma
Mektup
Toz ve şehrin gürültüsü
her yanını sarmıştı adamın. Yapamayacağını düşündüğü her şeyi bir bir yapmanın
verdiği şaşkınlık belki mutluluk vericiydi adam için, ama kesinlikle bu gürültü
olası tüm güzellikleri yok edebilirdi ( Yemyeşil çimenlerin üstünde harcadığı
vakitleri hatırladı bi anda ).
Kulağında en sevdiği
müzikler, karşısında ise hiç sevmediği kalabalık. Yara yara ilerliyordu evine
doğru sanki aynıymış gibi olan insanları. Herkesin suratında aynı ifade,
yokluk.. Sanki orada değillermiş gibi. Duygularını evlerinde bırakıp sokağa
çıkan insanlarla doluydu otobüsler, taksiler, kafeler. Gülümseyen insan
görmeyeli epey olmuştu. Yada birbirinin gözüne bakarak konuşan insanları
işitmeyeli.
I
think it's time that I got off the kitchen floor
But
is there really any point at all?
Waking
up this morning felt the same
Better
sleep while life is so mundane
Bi süre düşününce
aslında, kendisinin de öyle büyük kahkahalar atmadığını hatırladı ( kendi
başına gitar çaldığı zamanlar dışında tabi ). Acaba bu toz bulutu insanları
ruhsuz mu yapıyordu? Hep çekindiği ve öyle oldukları için üzüldüğü insanlardan
mı oldu acaba? Karşısında en sevdiği insanlar olduğu zaman nasıl hissettiğini
hatırlamaya çalıştı bir iki saniye kadar. Hatırlamamak. Evet, tek aklına gelen
buydu. O kadar çok güzel şey vardı ki, aralarından hangisi hangi zamanda
geçiyordu hatırlayamıyordu. Mutlu olduğu zamanlar bu muydu yani? Karmaşık
zamanların mutluluğu mu? Halbuki bi iki tanesini hiç unutmam diye kaydetmişti
hafızasına. Bi kafede kahvaltı edişlerini mesela. Yada hep olduğu yerden çok
uzakta gezdikleri o sahilde hissettikleri rüzgar gibi. Ne kadar garipmiş
insanların yokluğu, aslında her zaman var olduğunu bildiğin yerlerde. Gün
gelecek ve sanki hiç yok olmayacaklar gibiydi çünkü.
I'm
the one you always seem to read about
The
fire inside my eyes has long gone out
There's
nothing left for me to say or do
'cause
all that matters disappeared when I lost you...
Boğazına toz kaçtı o an ve
onca insanın suratına öksürdü çok şiddetli bi şekilde. Daha boğazının acısı
geçmeden yanındaki adam " Öküz müsün be birader! Dikkat etsene! "
diye bağırdı. Dönüp suratına baktı adamın ve orada hiç bişey göremedi . Yanındakine baktı, onda da bişey yoktu. Etrafına baktı sonra, aslında hepsi aynıydı. Hepsi yitirmişti yıldızlar
kadar ayrı olan özelliklerini. Sönmüş yıldızların toz bulutuydu herkes, insanların boğazına kaçan. Önüne baktı ve müziğini dinleyerek yoluna devam etti. Hatırlayamadığı zamanları düşünemeyerek ama hissederek yürüdü.
7 Eylül 2012 Cuma
Zamancı - Başlamayan Hikaye 1
Güneşin
bir kaç saat evvel kavurduğu patika, şu anda hafifçe esen rüzgarın ağaç
yapraklarını hareket ettirmesiyle oluşan sesle ve titretici bir soğukla
doluydu. Bulutlar yavaş yavaş hakim oluyordu gök yüzüne. Oracıkta duran dolunay, sanki git gide
güzelleşiyordu. Parlayarak, an be an...
Yolun
düzlüğünün dışında her yanda kocaman çam ağaçları uzanıyordu göğe doğru.
Sanki ağaçlardan oluşan bir hücrenin içindeydi. Yolun yanı küçük çalılar, otlar ve ağaçların kopmuş dalları ile doluydu. Çalıların üzerilerinden esen rüzgar, sanki aralarında konuşuyorlarmış gibi hissettiriyor, minik kuşlar devamlı yolun üzerinde uçarak garip sesler çıkartıyorlardı.
Sanki ağaçlardan oluşan bir hücrenin içindeydi. Yolun yanı küçük çalılar, otlar ve ağaçların kopmuş dalları ile doluydu. Çalıların üzerilerinden esen rüzgar, sanki aralarında konuşuyorlarmış gibi hissettiriyor, minik kuşlar devamlı yolun üzerinde uçarak garip sesler çıkartıyorlardı.
Adam kafasını kaldırdı gök yüzüne doğru ve derin bir nefes aldı.
Saatlerdir
yürüyordu bu ıssız yolda. Gün ışığını ne zaman kaybettiğini tam olarak
hesaplayamadı, neredeyse 6 saattir yürüyordu. Henüz gece yarısı olmamıştı. Ve dolunay hala kocaman, parlak bir şekilde onun yolunu
aydınlatıyordu.
Fazla
zamanı kalmamıştı adamın kaçabilmek için. Zamancı’nın Zaman Anahtarı’nı gece
yarısına kadar bulamazsa, zaman ölecek ve burada sıkışmak zorunda kalacaktı
sonsuza kadar. Bu iç karartıcı ormanda kalmaya da pek niyetli değildi açıkçası.
Düşüncelerinden kurtulup bir anda durdu patikanın ortasında, sırtından çantasını çıkartıp yere koydu ve içini kurcalamaya başladı. Matarasını bulup bir iki yudum su içtikten sonra geri çantasına koydu. Rüzgar şiddetlenince biraz daha, arkasından ürpertici bir hışırtı duydu, korkuyla hemen arkasını dönüp baktı. Birkaç kedi gördü ağaçların arasında dolaşan. Bir iki saniye kadar göründüler, daha sonra ağaçların arasında kayboldular. Tekrar toparlandı ve daha hızlı yürümeye başladı. Burada yaşayan hayvanlar olduğunu görmemişti hiç. Kendi köpekleri dışında tabi.
Biraz
daha ilerledi kasvetli ve biraz ileride patikanın ikiye bölündüğün gördü. İki
yoldan birisini tercih etmesi gerekiyordu ve kesinlikle doğrusunu bulmalıydı
kaçabilmesi için. Fazla zamanı kalmamıştı muhtemelen. Gözlerini kapayıp hangi yolu
tercih edeceğini düşünmeye çalıştı ama orada kalma korkusuyla doğru düzgün bir
şeyler gelmedi aklına. Birden yolun
üzerinde kalmış izler dikkatini çekti adamın. Sağa sapan yolda birçok ayak izi vardı; fakat sola sapan
yol tamamen izsizdi. Daha evvel sağ taraftaki yoldan birileri gitmiş olmalı
diye düşündü adam ister istemez ve sağa
saptı.
Yol
giderek daralıyordu ve sırt çantası da belini acıtmaya başlamıştı. Ağaçların dalları, patikanın üstünü kapatmaya başlamıştı
iyice, ay ışığı eskisi kadar vurmuyordu yola. İyice
hızlandı adam, yaklaşık 1 saat daha yürüdü
patikada. Yol artık iyice küçülmüştü, iki insan yan yana zor yürürdü.
Bir
süre sonra, yolun üzerine anlamsızca dikilen, taştan yapılma, eski
bir kemer gördü. Yolu yanlamasına
kesiyordu. Neden böyle bir geçidin
yapıldığını anlamadı adam. Kemerin yanına
baktı Alin ve eskiden bir devamı olduğunu fark etti, şimdi upuzun ağaçlar olan
yerde. Sanırım bu kemer, Zamancı’nın zamanı
öldürmeye çalışmasından evvel ki arazisinin kapısıydı. Üzerinde garip yazılar ve şekiller vardı. Zamanla aşınmış yüzeyinden eksilen bir kaç taş hala
yolun kenarında duruyordu.
Alin’in
duyduğuna göre, Zamancı artık yaşamaktan vazgeçince zamanı öldürüp, tüm zamanı durdurmaya
çalışmıştı. Fakat işler yolunda gitmemiş, sadece kendi zamanının durmasına
sebep olmuş ve bu ormana hapsedilmişti. Önceden yemyeşil ağaçları, çiçekleri ve
Zamancı’nın ailesini barındıran bu arazi, şimdi kasvetli bir ormana dönüşmüş ve
Zamancı’nın cüretine karşılık bir ceza olmuştu.
İçinden
geçip geçmemeyi bir süre düşündü. Sanki, içinden geçerse başına bir bela gelecekmiş gibi
hissetti ister istemez Alin. Ama başka
şansı da yoktu. Kemerin bittiği yerde
ağaçlar başlıyordu ve araları da çok dardı. Geçebilmek neredeyse imkansızdı. Geri dönüp diğer
yoldan da gidebilirdi ama yoluna devam etmesi gerektiğini hissediyordu. İçinden geçecekti. Zaman
Anahtarı’nı zamanında bulabilmek için bi an önce yola devam etmeliydi.
*
*
Hani bi Zamancı vardı ya, neredeyse bir yıl evvel yazmaya başladığım. Evet, o bitmedi hala. Çok fazla fikir var kafamda ama hala doğrusu hangisi hissedemiyorum. Hepsi yafta gibi duruyor. Bi kısmını koyayım buraya istedim.
5 Eylül 2012 Çarşamba
Ses.278
O değil de, sanırım Weeping Under The Rain - Part I'in taslağını yaptım az evvel. Heyecandan gözlerim doldu yine :)
3 Eylül 2012 Pazartesi
Ses.277
Lise yıllarımda tanışıp, çocukluk arkadaşım diyecek kadar zaman paylaştığım insanlar. Bu sıralar pek sık görüşemeyişimiz daha da büyük yapıyor sevmeyi, özlemeyi.
1 Eylül 2012 Cumartesi
Ses.276
Nereden bakarsan yaklaşık 7 aydır görüşmemiştik. O süre içinde aklıma gelsen de arayıp sormak istememiştim seni ( aynı şeyin senin için de geçerli olduğunu biliyorum ). Gariptir, İstanbul'a taşınmak için Bornova'dan servise bindiğimde İzmir'de en son tanıdık olarak seni görmüştüm. Ama mevzu bu değil.
Bugün bi süre seninle konuşunca seni ne kadar özlediğimi gördüm. Her seferinde böyle uzun aralar verdikten sonra genelde başıma bu geliyor ama hala şaşırıyorum. Her ne kadar yanımda olmasan da eksiksin şu anda bende. Aynen benimde sende eksik olduğum gibi. Sarılıp uyuduğumuz günleri özlemişim. Eski evde odamda şarap içtiğimiz günleri özlemişim. Hiç bişey yapmadan birbirimize baktığımız günleri özlemişim. Sağ omzumda birikiyor özlemin. Gelsen de buraya yine uyusak keşke. Yada bi 7 ay daha hiç görüşmesek de yine bunları hatırlasam. Canımsın. İlk canımsın.
Bugün bi süre seninle konuşunca seni ne kadar özlediğimi gördüm. Her seferinde böyle uzun aralar verdikten sonra genelde başıma bu geliyor ama hala şaşırıyorum. Her ne kadar yanımda olmasan da eksiksin şu anda bende. Aynen benimde sende eksik olduğum gibi. Sarılıp uyuduğumuz günleri özlemişim. Eski evde odamda şarap içtiğimiz günleri özlemişim. Hiç bişey yapmadan birbirimize baktığımız günleri özlemişim. Sağ omzumda birikiyor özlemin. Gelsen de buraya yine uyusak keşke. Yada bi 7 ay daha hiç görüşmesek de yine bunları hatırlasam. Canımsın. İlk canımsın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)